22 Eylül 2012 Cumartesi

Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali Belgeseli Gösterime Giriyor...


"Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali" isimli bir belgeselin gösterime girdiğini okuduğumda, sevdiğim bir yazarın yaşam hikayesini (maalesef kötü bir şekilde sonlandığını bilsem de) izleme şansı yakalayacağım ve henüz onu okumamış kişilerin de onu keşfedebilecek olması sebebi ile çok sevindim.

Sabahattin Ali'nin okuduğum ilk romanı Kürk Mantolu Madonna'ydı. Bu kitabı okuduktan sonra, sizin için önemi olsun ya da olmasın, tanıyın ya da tanımayın etrafınızdaki herkese "Acaba onun da böyle bir hikayesi var mıdır?" diye bakarken buluyorsunuz. Sadece kendi bakış açımız ile insanları yorumlamanın, belirli kalıplara sokmanın kendimizi kandırmaktan başka bir şey olmadığını da çok nazikçe yüzümüze vuruyor bu romanı ile...


Kürk Mantolu Madonna'dan sevdiğim bölümler;

"Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!"

"Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı. "

"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insani hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldigimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?"

"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar."

"Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."


Sabahattin Ali'nin okuduğum bir diğer romanı ise "Kuyucaklı Yusuf"tur. Bu kitabın konusunu ve karakterlerini, Emily Bronte'un "Uğultulu Tepeler" romanındakilere benzetmiştim. Farklı kültür, farklı zaman ve farklı diller ile yazılmış bu romanların ortak yönlerini bir tek ben mi farkettim diye merak ederek, bir araştırma yapmış ve Nihan Kaya'nın Fildişi Kuyu isimli kitabında bu benzerliğe yer verilerek bir karşılaştırma yapılmış olduğunu görmüştüm.

Kuyucaklı Yusuf'tan sevdiğim bölümler:

"Çocuğun bu metaneti orada bulunanların kalbini parçalıyordu. Zaten, bir felakete sükûn ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. Kuru ve sabit gözlerin arkasında, nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça inip kalkan göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür..."

"Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkan ile evlenirler. Tabii bu evlenmede herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde bir kadın bulunması; kız için de 'münasipçe bir kısmet' varken kaçırılmaması düşünülmüştür.."

"...Anası onu gezmeye götürürken bir saat saçlarını düzeltmeye uğraştığı halde, ne anasının ne babasının aklına bu kafanın içi ile meşgul olmak düşüncesi gelmemişti. Onlar işportaya konulan bir elma gibi onu süsleyip temizlemişler, parlatmışlar, sonra yağlı bir müşteriye okutmuşlardı. Kız yetiştirmekten gaye bu değil miydi?"

Son olarak Sabahattin Ali'nin "İçimizdeki Şeytan" kitabını okuyup, tüm romanlarını tamamlamış olduktan sonra "Sabah Yıldızı" belgeselini izlemek istiyorum. 

Hiç yorum yok :