23 Mart 2015 Pazartesi

Tiyatro: TROM - Hakan Emre Ünal


Avrupa yakasında oturan biri olarak Kadıköy’deki sanatsal etkinliklere çok nadir gidiyorum desem sanırım yanlış olmaz. En son 2013 yılında, kapanmadan önce Duru Tiyatro’da “Nafile Dünya” isimli oyunu izlemiştim. İşte bu uzun aradan sonra Kadıköy’ün sokaklarında Köşe isimli tiyatroyu ararken semtin sanat için verdiği çabaya bir kez daha hayran kaldım. Mütevazi tiyatrolara, sanat evlerine, el işi yapan dükkanlara, sanat malzemesi satan kırtasiyelere, satranç kulübüne, mesajı olan cafelere hayranlıkla baktım. Gerçi hepsi bir keşmekeşin içinde parlayan yıldızlar gibiydi. Çünkü, genel anlamda Kadıköy her şeyin ortaya karışık olduğu bir yer haline gelmiş maalesef.

Köşe isimli tiyatroya girdiğinizde ise çok samimi bir ortamla karşılaşıveriyorsunuz. 30-35 kişilik sahnenin içinden geçerek bir alt kattaki bekleme salonuna ulaşıyorsunuz. Bekleme salonuna ufak sergiler serpiştirilmiş, mis gibi kahve ve çay eşliğinde aç olarak gelenler için kek-börek bile düşünülmüş. Bu anlattıklarım bir tiyatroda olması gerekenler gibi gelebilir ama Köşe Tiyatro’ya gittiğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Gelelim “TROM” isimli oyuna. Karakterler açısından tek kişilik olmayan oyunu Hakan Emre Ünal tek kişi olarak çok güçlü bir şekilde omuzluyor. Bu gücün arkasında ise oyunu her şeyiyle sahiplenmiş olması yatıyor. Roland Topor'un “Masanın Altında Kış” isimli oyunu ile adeta bütünleşmiş olması “TROM” isimli kendi oyununu doğal olarak ortaya çıkarmış. TROM’da bir yandan orijinal hikayeyi takip ederken bir yandan da Hakan Emre Ünal’ın hayatından kesitlere, tiyatro serüveninin gelişimine ve oyun ile kesişen ortak noktalarına tanık oluyorsunuz. Güncel ile geçmiş, gerçek ile kurgu, göçmen ile yerleşik, oyun ile oyuncu şeklinde iç içe geçmiş olan bu sarmal akış sayesinde dikkatleri oyun üzerinde tutmayı başarıyor.

Oyunda, Hakan Emre Ünal’ın kendisine olan benzerliklerini ön plana çıkararak yorumladığı ana karakter göçmen Dragomir’in kendi yurdu dışında ne kadar çaresiz kaldığı resmediliyor. Bir masanın altında yaşamayı kabul etmesi ve orada kendisine bir dünya kurması şeklinde acı bir metafor da bu resmin çerçevesini oluşuyor.  Kişiliği sebebi ile zaten yeteri kadar çekingen olan Dragomir bir de göçmen konumunda olunca, her şey onun adına daha da zorlaşıyor. Dragomir’in bu hali yani ne köyüne ne bulunduğu yere ait olmama hissi, kendine olan güveninin sürekli törpülenmesi, geleceğe dair büyük hayaller kuramaması gibi durumlar aslında büyük resimde yer alan tüm göçmelere ait sıkıntıların kolajını oluşturuyor. Hakan Emre Ünal kendi dedesinin de bir göçmen olduğunun altını çizerek tüm göçmen kültürüne olan sevgisini de iletmenin bir yolu olarak TROM’u her açıdan parlatıyor.

Sabit hiçbir dekorun olmadığı oyunda Hakan Emre Ünal, sadece objelerden oluşan materyaller ile hem dekor hem de kostüm geçişlerini sağlıyor. Haldun Taner’in “İki kalas bir heves” sözünü doğrularcasına yüksek bütçelere sahip olmadan da kaliteli oyunlar ortaya konabileceğini de güzel bir şekilde  ispatlıyor.

İzlemek isteyenler için TROM oyunun en yakın gösterim tarihleri;
7 Nisan 2015 Salı - Sekizincikat saat: 20:30
15 Nisan 2015 Çarşamba - Kumbaracı 50 saat: 20:30
17 Nisan Cuma 20:45 Don Kişot Sanat Festivali kapsamında Don Kişot Sosyal Merkezi saat 20:45
23 Nisan 2015 Perşembe - Moda Sahnesi - saat : 19:00

Daha sonraki tarihler için de facebook sayfasından takip edilebilir;

25 Şubat 2015 Çarşamba

Film: We Bought a Zoo


Tüm kariyerinizi arkada bırakıp hiç anlamadığınız bir alan olan hayvanat bahçesi sahipliğine ve işletmeciliğine soyunmaya hatta evinizi de oraya taşıyıp orada yaşamaya cesaret edebilir miydiniz? Çok ütopik görünen bu senaryonun gerçek bir hayat hikayesinden uyarlandığını öğrendiğinizde klişe ama klişe olduğu kadar da geçerliliği olan "imkansız diye bir şey yoktur" söylemi bir kez daha doğrulanıyor. İki çocuğu ile birlikte yaşarken işsiz kalan bir babanın ev olarak bir hayvanat bahçesini tutmaları ile hikaye başlıyor. Sadece çocuklarının sorumluluğu varken hayvanat bahçesinde çalışanların ve burada yaşayan hayvanların da sorumluluğu eklenince eskisine nazaran daha zorlu bir mücadele başlıyor baba Benjamin Mee için..



Film: Oh Olsun


İZ TV'de "Beyazperdenin Gülen Yüzleri" isimli belgesel filminde Ertem Eğilmez'in yapımcısı olduğu Arzu Film'in başarısına da geniş yer verilmişti. 1970'li yıllarda yapılan kalabalık kadrolu, samimi filmlerin halen günümüzde de popülerliğini yitirmemiş olmalarının arkasındaki başarı hikayesi çok güzel bir şekilde aksettirilmişti. 

Oh Olsun da zengin kadrosu ile Arzu Film prodüksiyonu olan bu filmlerden biri. Hem romantik hem de işçi hakları gibi toplum sorunlarına da dokunmayı ihmal etmeyen filmin kadrosunda Tarık Akan ve Hale Soygazi ile birlikte Minür Özkul, Adile Naşit, Hulusi Kentmen yer almaktadır.

Benim gibi TV'de eski Türk filmlerine rastladığınızda kayıtsız kalamıyorsanız denk geldiğinizde izlemenizi tavsiye ederim.

Bahsi geçen İZ TV belgeselini izlemek isteyenler için detaylı bilgi:

Özel Gösterim, Beyazperdenin Gülen Yüzleri

"İzleyiciyi güldürmenin ağlatmaktan çok daha zor olduğunu söylenir, peki bu gerçekten doğru mu?
Komedi filmleri her dönem Türk Sineması'nın en çok sevilen, en çok seyirci toplayan film türlerinden biri olmuştur.
Türkiye'de komedi filmlerinin bu kadar çok sevilmesinin, yönetmeninden senaristine, oyuncusundan seyircisine, herkesi eğlendiren, daha çok film çekmeye şevk eden bu türün özü nereye dayanmaktadır?
Türk Sineması'nın başlangıcı tiyatro ile olmuştur. Kimi sinema yazarları tarafından “Tiyatrocular Çağı” olarak adlandırılan Türk Sineması'nın ilk döneminde çekilen filmler, aslına bakılırsa tiyatro oyunlarının filme çekilmiş hali gibidirler. Bu nedenle, Türk komedi filmlerinin ilk örnekleri de tiyarodan oldukça etkilenmiş, Türk Tiyatrosu'nun önemli karakterleri Karagöz ile Hacivat, Kavuklu ile Pişekâr Türk Komedisi'nin bir anlamda temelini oluşturmuştur. Bu dönemde çekilen ilk filmler tiyatro oyunlarından oldukça etkilense de zaman geçtikçe daha özgün komedi filmleri çekilmeye başlamış, komedi filmleri kendi yıldızlarını çıkartmaya başlamıştır

Türk Sineması geliştikçe, “Tiyatrocular Çağı”ndan “Sinemacılar Çağı”na geçilmiş, komedi filmlerinde ekoller oluşmaya başlamıştır ki bu ekollerin en önemlisi Ertem Eğilmez ve Arzu Film ekolü olacaktır.

Arzu Film'in açtığı yoldan ilerleyen yapım şirketleri olmuş, Arzu Film'de yetişen çok önemli oyuncular Türk Sineması'nda önemli yerlere gelmişlerdir.

Doksanlı yıllardan sonraysa Türk Sineması'nda yeni bir dönem başlamış; yeni yönetmenler, genç oyuncular sinemada önemli işlere imza atmaya başlamışlardır. Bu durum elbette Türk Komedisini de elbette olumlu yönde etkilemiş, Türk Sineması bu yeni döneminde birçok komedi oyuncusu çıkartmış, gişe rekoru kıran filmlerin hemen hemen hepsi komedi türüne ait filmler olmuştur.
Ve Beyazperdenin Gülen Yüzleri'nde Türk Komedisi'nin bu gelişimi Halit Akçatepe, Tarık Akan, Müjdat Gezen, Umur Bugay, Cahit Berkay, Ezel Akay, Burçak Evren, Pınar Tınaz ve Ata Demirer gibi isimlerle beraber ele alınmıştır.
Filmlerinden, unutulmayan karakterlerine, müziklerinden, senaryosuna Türk Sineması ve komedisinin geçmişten bugüne uzanan bu kahkaha dolu yolculuğunu İz'de İzleyin."

21 Nisan 2014 Pazartesi

Film 27: Lawless


Aksiyon, dram ve gerilim dozunun çok iyi ayarlandığı epik bir hikaye anlatılıyor. Farklı özelliklerdeki üç erkek kardeşin etrafında gelişen olaylarda cesaret, korkaklık, umursamazlık gibi temel kavramları da yeniden düşündürüyor.

Çok gerçekçi bir şekilde canlandırılmış karakterler sayesinde bir film izlediğinizi unuttuyorsunuz. Kardeşleri canlandıran Tom Hardy, Shia LaBeouf ve Jason Clarke birbirlerinden ne kadar farklı olsalar da “normal” olmamaları ortak paydaları. Kötü karakter rolündeki Guy Pearce iliklerinize kadar sizi sarsıyor, Gary Oldman ise ender göründüğü zamanlarda bile herşeye hakim bir hava sergiliyerek size yukarından bir gülüş atıyor. Jessica Chastain ve Mia Wasikowska’da erkek egemen havayı dağıtarak,  filmi bir kovboy dramı olmaktan sıyırıyor.

Mia Wasikowska’nın giydiği sarı elbise, filmin soluk pastel renklerine tezat bir şekilde çok çarpıcı bir kareyi hafızalara kazıyor. Etkilendiğim kostümler arasına bu kostümü de etiketledim.
Dolu dolu bir film izlemek isteyenlere tavsiye ederim.

9 Şubat 2014 Pazar

Film 26: The Great Gatsby


Scott Fitzgerald'ın romanından uyarlanan filmi, ilk önce kitabını okumak istediğim için izlemeyi erteliyordum. Uçak yolculuğu sırasında denk gelince kayıtsız kalamadım. Baz Lurhmann’ın tüm filmlerini izlemiş biri olarak, rahatlıkla yine kendi kurallarının geçerli olduğu bambaşka bir dünya daha yarttığını söyleyebilirim. Geçmiş dönem bir hikayeyi bugünün şarkıları ile bezemesi ise şaşırtıcı ama hoş bir etki yaratmış. Özellikle “Love is Blindness” ve “Back to Black” uyarlamaları inanılmaz iyi olmuş. Şarkılarda ters köşe yaptıran bir başka nokta ise orjinallerinden farklı müzik tarzı ile yeniden yorumlanmış olmalarıdır. Misal, Back to Black’i R&B tarzında ve Beyonce’tan dinlemek gibi...

Film 25: El Cuerpo - The Body


Zengin bir kadının ölümünün ardından, morgda cesedinin kaybolması ile birlikte cinayet olasılığı üzerinde durulmaya başlanır. Karısını aldatmakta olan genç eşi ise birinci şüpheli olarak görülmektedir. Bir gece boyunca, olayın aydınlatılması için amansız bir takip başlar. Ancak bu takip soluk soluğa ya da hummalı bir koşuşturma yerine gayet sakin ve durağan ilerler. Böyle olmasına karşın filmin temposu düşük değil ve bir satranç oyunu gibi dikkati üstünde tutmayı başarıyor. Özellikle Saw, The Others gibi şaşırtıcı sonla biten filmlerden sonra final için artık her türlü ihtimal değerlendirilir olsa da The Body / El Cuerpo filmi hiç ama hiç tahmin edilemeyecek bir finalle son buluyor. Mutlaka izlenmesi gereken, ilginç bir film.

Film 24: Erkek Tarafı - Testosteron


Daha önce tiyatroda da izlemiştim ancak arka sıralarda izlediğim için mimiklere, ayrıntılara uzaktım. Tekrar sinemada izlemek bu anlamda iyi oldu. Tek bir mekanda geçen ve sadece erkeklerin diyaloglarından oluşan, akıcı ve komik bir hikaye. Keyifli zaman geçirmek için de birebir.

Film 23: Benim Dünyam


Ela (Beren Saat) 2 yaşında geçirdiği rahatsızlık sebebi ile görme ve duyma yetilerini kaybeder. Annesi elinden geldiği kadarıyla onu yetiştirmeye, korumaya, kollamaya çalışsa da ufak kardeşinin doğumu ile birlikte babası onun bebek için evde bir tehlike oluşturduğunu düşünmeye başlar. Evden gönderilmesine karar verilmişken annesinin bulmuş olduğu özel hoca onun eğitiminden sorumlu olur. Henüz iki yaşında anlama, konuşma, yeme - içme gibi temel bilgileri bile bilemeyen bir çocuğun büyütülmesinin ne denli güç bir iş olduğu hatta imkansız olduğu görülür ama Mahir Hoca'nın (Uğur Yücel) lügatında "imkansız" kelimesi yoktur. İyi ki de yoktur...


Benim Dünyam emeğin, azmin, ilginin, şefkatin, sadakat ve vefanın  ne kadar önemli olduğu anlatan duygusal bir film. Orjinali olan Amerikan yapımını ve yeniden çevrimi olan "Black" isimli Hint filmlerini izlememiş olsam da, Türk uyarlaması karakter seçimi, oyunculuklar, yaratılan dönem ve çevre bakımından çok başarılıydı. Hatta uyarlama olmadığını bilsem, Atatürk dönemi bir genç kızın başından geçen yerli bir hikayemiz olduğunu düşünürdüm. Bu izlenimim, Ela'nın üniversiteye girmek için kurul ile yaptığı görüşmede aydın, bilinçli bir Cumhuriyet genç kızı profili çizmiş olmasından da kaynaklanmış olabilir.


Film 22: The Conjuring


Gerçek bir hikayeden uyarlandığının belirtilmesi ile başlayan filmde, mistik güçlerle mücadele eden bir çiftin hikayesi anlatılıyordu. Sonlara doğru peder tarafından dini ruh çıkarma törenine dönüşmesi ile inandırıcılığını kaybetse de yine de iyi bir korku filmi. Özellikle, filmin başındaki oyuncak bebeğin canlandığı sahne ve filmin ana konusunun geçtiği evde ailenin başına gelenler gerilim ve korku açısından istenileni veriyor...

Film 21: Django Unchained


Alman kelle avcısı Schultz (Christoph Waltz) ve kölelikten kovboyluğa terfi ettirdiği Django (Jamie Foxx) ile yollarının kesişmesi ile başlayan filmde birinin amacı para diğerinin amacı ise sevgilisini kölelikten kurtarmaktır. Hem bir yol hikayesi hem de bir intikam hikayesi olan "Django Unchained" soluksuz izlenen bir üç saat anlamına geliyor.

Waltz, Foxx ve DiCaprio'nun harika oynadığı, Samuel L. Jackson'ı ise tanımakta zorlansam da kötü karakter olarak zirvelere çıktığı bir film olmuş.

Her ne kadar bir intikam hikayesi olsa da klasik Tarantino tarzının aksine bu sefer görüntüler, kostüm ve dekor açısından masalsı bir hava vardı. Ama bu Tarantino'nun bol kanlı sahnelerden vazgeçmiş olduğu anlamına gelmiyor. 


Son söz: "Alexandre Dumas was black." / "Alexandre Dumas siyahtı."

Tiyatro 8: İyi Geceler Desdemona, Günaydın Juliet

Shakespeare'in “Romeo ve Juliet” ile “Othello” tragedyalarındaki kadın karakterler ile ilgili bitirme tezi hazırlayan bir öğretim üyesinin, tragedyaların geçtiği döneme giderek olayların akışını değiştirmeye çalışırken başına gelenler anlatılıyor. Yazar Anne-Marie MacDonald'ın gayet yaratıcı şekilde bulduğu bu bakış açısı oyuna gitmemdeki baş etkendi. Ancak, hikayenin durağan anlatımı, şarkılar ve dansların modernize edilme çabası ve diyalogların etkileyicilikten uzak vurgulamaları ile hiç ama hiç beğenmediğim bir oyun olarak hafızama kazındı. Sıkılarak izlesem de belki finali ile güzelleşir dediğim oyun maalesef finalde de başarılı bir kapanış yapamadı. 

Tiyatro 7: Zengin Mutfağı

Oyunun Tanıtımı: "Zengin Mutfağı'nda 1970'ler Türkiyesi'nde zengin köşkündeki hizmetlilerin, o yıllardaki toplumsal kavga içinde taraf olup olmama konusunda yaşadıkları olaylar trajikomik bir anlatımla sunuluyor. Ayrıca Epik Tiyatro'nun ülkemizdeki önemli örneklerinden olan oyun, alt sınıf insanlarının yaşamsal ve düşünsel seçimlerini sorguluyor."

70'li yıllardaki işçi ayaklanması baz alınarak yazılmış olsa da verilen mesajlar açısından günceli de yakalayan bir müzikaldi. 

Bir müzikal için sadece keman ve piyanodan oluşan iki kişilik bir orkestra kurulmuş olsa bile yine de oldukça etkiliydiler. Özellikle, "Ne gör, ne işit, ne de söyle. Üç maymun var senin zihninde. Sen yine soranlara 'insanım' de." sözleri olan şarkıyı çok beğendim.

Kitap 13: Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar


"Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih'ten 1681 ve hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı."

Kitabın bu ilk paragrafı ile birlikte, hem dil hem de anlatılanlar açısından bambaşka bir dünyaya adım attığınızı anlıyorsunuz.

Anlayacağınız, Puslu Kıtalar Atlası ile zamanda yolculuk yapabilmek mümkün. Okurken sanki bir görünmezlik pelerini ile Osmanlı dönemindeki sokaklarda gezdiğinizi, karakterleri yakından incelediğinizi, ortamı birebir yaşadığınızı hissediyorsunuz. Binbir Gece Masalları gibi iç içe geçmiş, birbirine bağlanmış hikayelerden oluşuyor olması da sürükleyiciliği kat be kat arttırıyor, sizi peşinden koşturuyor...

Bünyamin, Uzun İhsan Efendi, Efrasiyab, Vardapet, Ebrehe, Rendekar gibi pek çok farklı kahramanın yer aldığı, tarihi bilgiler ve göndermeler ile bezeli bu atlasta kaybolmamak mümkün değil.

Hem kitap hem de film olarak Yüzüklerin Efendisi serisi gibi dünya çapında bilinmesi gereken bir eser olduğunu düşünüyorum.

Önsöz'ü yazan Hulki Aktunç'u da anmak isterim. Özellikle önsözdeki "Edebiyat tarihince, kim bilir kaç yazar, bilerek ya da bilmeden Borges yordamıyla yazmıştır? Yazmıştır da 'öyle' yazma yordamını imzalayan Borges oldu" cümlesi yüzümde kocaman bir gülümsemeye neden olmuştu.

Film 20: Inglourious Basterds

Sırf "II. Dünya Savaşı'nı Tarantino nasıl anlatırdı?" sorusunun cevabı için bile izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. 

Karakterlerin tanıtımı gibi olan başlangıç sahneleri ayrı ayrı film çıkabilecek derinlikte ve detaylılıkta aktarılmıştı. Böyle olunca, karakterlerin sonraki sahnelerde yollarının kesiştikleri noktada muhtemelen neler yapacakları, neler hissedecekleri kestirilebiliyordu. Bu bir olumsuzluk değil, aksine o ortamdaki hissi, gerginliği, korkuyu birebir anlamanızı sağladığı için etkileyiciliği kat kat arttırıcı bir etkendi.

Christopher Waltz başta olmak üzere oyunculuklar müthişti. Brad Pitt de iyidi ama esprili ve cesur komutan tiplemesinde zaman zaman yüzündeki gülümseme ifadesi, sanki rolü yaparken "bakın ne kadar da karikatürize ettim" gülümsemesine dönüşüyordu. Kantarın topuzunu iyi ayarlasaydı, Christopher Waltz kadar tarihi bir role imza atmış olacaktı. Yine de rol ile özdeşleşebilmişti.

Film 19: Death Proof



Ego ve superego'nun bir kenarda beklediği ve Tarantino id'ini tüm çıplaklığı ile ortada arz-ı endam ettiği bir film. Muhtemelen anlamadığım, kaçırdığım bir sürü gönderme ve imgelem vardır. Bu ayrıntılardan bağımsız geriye kalan ise gizem, kovalamaca, intikam ve bolca kan olan bir Tarantino klasiğidir.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Kitap 12: Aile Çay Bahçesi - Yekta Kopan


Çocukluk anıları mutlu anılar olmayınca, huzursuzluk tüm hayatın akışına bir lanet gibi sirayet ediyor. Boşuna değil psikologların en ufak sorunda çocukluk anılarına dönmeleri. Misal "Aile Çay Bahçesi" denince akılda mutlu anılar beliriyorsa, hayat daha umut vericidir. Her türlü zorlukta geçmişten güç alınır. Geleceğe dair biriktirilmiş bilgiler, öğütler, deneyimler yol gösterici olur. Ancak "Aile Çay Bahçesi" denince kavgalar, iletişimsizlikler, pişmanlıklar ile harmanlanmış bir ortam canlanıyorsa, geleceğe umut ile değil savunma kalkanları ile ilerleniyor. Her ne kadar bu kalkanlar koruyucu olsa da bir öğreten olmadığı için çoğu zaman mutluluklarının önünde de yerli yersiz engel oluşturuyor.

Çocukluluğunun grileştirdiği ve katılaştırdığı Müzeyyen de işte böyle bir kalkan ile hayatına devam ediyor. Artık onu taşımanın ağırlığı ve zorunluluğu dayanılmaz bir boyuta geldiğinde ise geçmiş ile yüzleşmeye başlıyor. Heyecan ve şaşkınlıkla hem geçmişe hem de bugüne dair şahit olduğumuz olaylar, hesaplaşmalar, detaylar bizi Müzeyyen'e daha çok yaklaştırıyor. Bir film akıcılığında ve heyecanında okunan/zihinde canlanan "Aile Çay Bahçesi" etkileyici bir finalle de son buluyor.

Yekta Kopan'ın bir kadın karakter üzerinden hikayeyi anlatması onun dilini daha kadınsı yapmamıştı. Çünkü, Müzeyyen bir kadın olmanın zerafeti, nezaketi ve kendine has şımarıklılığını asla tadamamış biriydi.

Yekta Kopan - Kediler Güzel Uyanır kitabı yorumumu anımsamak için: 
http://oceanlandtoo.blogspot.com.tr/2012/02/kitap-2-kediler-guzel-uyanr-yekta-kopan.html

Kitap 11: Dirilen İskelet - Hüseyin Rahmi Gürpınar


Doktor Nihat'ın gizemli bir şekilde geceleri yaptığı Eyüp mezarlığı ziyaretleri, mahalle halkını meraklandırdığı kadar huzursuz da eder. Bu ziyaretler mezar kazmaya vardığında ise doğaüstü olaylar olmaya başlar. 

Doktorun amacının ve doğaüstü olayların kaynağının ne olduğunun keşfi, eş zamanlı olarak ilerliyor ve soluksuz okunan bir hikayeye dönüşüyor. Kitabın mezarlıkta geçmeyen ve nispeten yavaşladığı bölümlerde ise Doktor Nihat'ın önce hizmetçisi Nasıra ile olan aşk hikayesi, daha sonra da Nasıra ile taban tabana zıt olan paşa kızı Banu ile olan aşk hikayesi anlatılıyor. Bu aşk üçgeni ile mezarlıktaki gizem finalde bir araya geliyor ve çarpıcı bir şekilde kitap son buluyor. 

Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın sinemaya uyarlanan "Gulyabani" romanı gibi "Dirilen İskelet" de sinemaya uyarlanması halinde, Gulyabani'nin komedi yönü hariç olmak üzere gizem, korku, macera açısından birebir aynı tatta olacağını düşünüyorum.

Kitapları okurken karakterler zihnimde gerçek kişilerden farklı olarak, daha önce hiç görmediğim yüzlere, seslere, konuşma şekillerine sahip olur. Ancak bu romanı okurken bir istisna vardı. Doktora derin ama hastalıklı bir aşk ve sevgi ile bağlı olan, bilimselden çok batıla itikat eden ancak söyledikleri günün sonunda akılcı sonuçlar ile örtüşen Nasıra için zihnimde canlanan kişi Özge Borak'tı. Onun herhangi bir çalışmasını izlememiş olamama rağmen zihnimin nasıl böyle bir eşleştirme yaptığını anlayamadım. Ancak bu kitabın filmi çekilecek olsaydı, Nasıra benim için Özge Borak olurdu.



Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın dili, anlatımı, örnekleri, detaycılığı ve vermek istediği mesajlar oldukça etkileyiciydi. Karakterleri betimlemedeki başarısı ise şaşırtıcıydı. Hepsi oldukça farklı düzlemlerde ve özelliklerde olmasına karşın genel olarak batıl ve bilimsel olarak iki grupta toplanıyorlardı. Yazar, her karakterinin yaratıcısı olarak grupları birbirinden üstün tutmadan, hepsine kendini eşit bir şekilde ifade etme şansı vermiştir. Misal, Doktor Nihat ile mahalledeki delikanlıların görüş ve hayata bakış açılarının farklılıkları çok güzel işlenmişti.



Halen Devlet Tiyatroları'nda sahnelenmekte olan "Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç" ve "Tebessüm-i Elem" öncelikle okumak istediğim diğer Hüseyin Rahmi Gürpınar eserleridir.

31 Ekim 2013 Perşembe

Happy Halloween

Witch and ghost make merry on this last of dear October's days. 

29 Ekim 2013 Salı

Film 18: Now You See Me

Gösterime "Sihirbazlar Çetesi" ismi ile giren Now You See Me,  The Prestige ve The Illusionist gibi filmlerin aksine, sihirbazların rekabeti üzerine değil de güçlerini birleştirdiklerinde neler yapabileceklerine dair bir film. Hatta sihirbazlığı topluma yardımcı olmak için kullanıyor olmaları Superman, Batman gibi bir süper kahramanlık filmi izlenimi yaratıyor. Bu izlenimi destekleyen başka bir unsur da Morgan Freeman ve Michael Caine'in tıpkı Batman filmlerinde olduğu gibi kilit rollerde yer alıyor olması. 

Soluk soluğa ve hızlıca akıp giderken, pür dikkat izlenmesi gereken keyifli bir film.

Film 17: If Only


"Korkmadan karar vermeyi öğrenirsen, beş dakikanın ya da elli senenin olmasının bir önemi kalmaz"

Belgesel: 50'sinde Erkek - Tuluhan Tekelioğlu


Tuluhan Tekelioğlu tarafından hazırlanmış olan belgeselde farklı kesim ve mesleklerdeki 50 yaş civarındaki erkeklerin hayata bakışları, hikayeleri, tespitleri yer alıyor. 

Kamera karşısında kendilerini bu kadar dürüst, içten ve sansürsüz dile getirmiş olmaları oldukça şaşırtıcıydı. Aldatma, yalnız kalma, iktidarsızlık, saç boyama gibi pek çok çekingenlik gösterilecek, nazik konuda gayet samimi açıklamalarda bulunmuşlar. 

Hem erkekler hem de kadınlar tarafından ve özellikle de gençler tarafından mutlaka izlenmesi gereken bir hayat dersi...

Film 16: Shallow Hal

Freud'a gönderme yaparcasına Hal'ın çocukluk yıllarından bir sahne ile başlayan filmde, babası ölmeden önce son nefesinde oğluna hep güzel kadınlarla birlikte olmasını öğütler. Bu öğüt, Hal'ın adeta yaşam misyonu haline gelir. Ta ki bir gün Rosemary isimli obez bir genç kız ile tanışıncaya kadar. 

Çirkinler, şişmanlar, toplumun dışına itilmiş hastalar, engelliler gibi pek çok farklı özellikteki kişiye uyarlanabilecek bu hikaye aslında fiziki olanın önemsizliği, içsel olanın esas olduğu mesajını vermeye çalışan samimi bir film.

Dizi 1: Şubat


"Şehrin altına daha iyi bak! Bir reklam panosuna, sana doğru sürüklenen bir kağıda. Bir tramvayın taşıdığı kırmızı bir güle bak, o gül sana haykıran bir aşk ilanı olabilir. Yaşadığın şehre bak! Hiç görmediklerini göreceksin, onları göreceksin."

Şubat'ı izlemeye başladığımda, henüz konuyu anlamaya ve karakterleri tanımaya çalıştığım sırada, yüzü yaralı Şubat ve güzel Yağmur arasında başlayacak olan aşkı, yeraltı geçitlerinin de etkisi ile "Güzel ve Çirkin"deki ayrı dünyalara ait olanların aşkını anlatan bir dizi olarak algıladım. Hemen sonrasında ise Şubat dahil tüm sokakta yaşayanların saygı ile andıkları Aziz Bey ile tanıştığımda, Ninja Kaplumbağalar'daki Splinter Usta'yı ve yine onların yeraltında geçen hikayesini anımsadım. Hatta onları ziyaret eden Yağmur, Ninja Kaplumbağalar'daki gazeteci April'ın yerini tutuyordu. Fakat, Şubat'ı izlemeye devam ettikçe herhangi bir diziye benzemeyecek kadar özgün bir konusu ve karakterleri olduğunu anladım. 

Şehrin altında yaşayan kişilere karşı farkındalık da kazandım. yolda bastığım bir logar kapağı sadece bir kapak olmaktan çıkıp hiç bilmediğim bir dünyanın giriş kapısı gibi görünmeye başladı. Oysa başlarda, şehrin altında yaşananları garipserken, zamanla karakterleri tanıyıp yaşayış şekillerine alışınca ve daha da önemlisi onları sevdikçe, şehrin üstünde yaşayanların onların tabiri ile pastörizelerin hayatı daha yapmacık gelmeye başladı. Kısacası, yeryüzünden ve onun sahteliğinden kaçmak için Şubat birebir...

Son olarak, "Tayfa, voltA!"

18 Ağustos 2013 Pazar

Kitap 10: Çizgilerle Nazım Hikmet - Müjdat Gezen & Savaş Dinçel


Bazı anlar vardır ki o ana her gittiğinizde hep aynı duyguları aynı yoğunlukta yaşatır. Çizgilerle Nazım Hikmet kitabının arka kapağındaki fotoğrafı ve açıklamayı ilk gördüğümde, yüzümde acı bir gülümseme belirmişti. Bir kitabın arka kapak açıklaması bu kadar akıllıca seçilebilir miydi? Kitabı okuduğum sürece bu fotoğrafa her baktığımda hep ilk andaki gibi gülümsetti. Ne bir eksik ne bir fazla.


Kitabın arka kapağı her ne kadar acı bir şekilde beni gülümsetmiş olsa da finalinde çok ağladım. Eğer üzüntüden ağlanıyorsa, bu zaten üzüntünün doğal bir sonucu olduğu ve üzüntüyü doya doya yaşattığı için garip bir huzur verir. Şayet, zamanı geri döndürememenin, haksızlıkları engelleyememenin ve insanların kötülüğünü önleyememenin imkansızlığı içinde sıkışıp kalıyor ve sinirden ağlamaya başlıyorsanız, bu ağlamak için hiç doğal bir neden olmadığı için tahmin edemeyeceğiniz kadar yıpratıcı oluyor. Bir de bu haksızlıklara uğrayan kişiler yerine kendinizi koyarsanız, o zaman bu yıpratıcılık akıl ve vicdan sınırlarının dışına taşıyor.

Nazım Hikmet'in hayatının Müjdat Gezen anlatımı ve Savaş Dinçel çizgileri ile okumak büyük bir ayrıcalıktı. Onu sevenlerin hatta sevmekten de çok ona inananların onu anlatması bambaşka olmuş. Nazım Hikmet'in hayatını öğrenmek için pek çok farklı kitap okunabilir ama  Nazım Hikmet'in hayatını anlamak için "Çizgilerle Nazım Hikmet" mutlaka okunmalı.

16 Ağustos 2013 Cuma

Kitap 9: Cam Kırıkları - Erdal Öz


                                  "Elbette kendi yaşantılarımdan yola çıkarak yazdım bu öyküleri. Ama hiçbiri birebir 'yaşanmış olan' değildir; belki yaşanacak olandır; yaşatacak olandır. Yazarken değil ama yazıp bitirdikten sonra her öykünün, kendi gelişimini, oluşumunu gerçekleştirmeye çalıştığını gördüm. Öyküyle benim aramda sık sık sürtüşmeler, didişmeler oldu. Ama sonunda, öyküyü yazmaya beni iten 'yaşanmış olan'dan bambaşka, yepyeni bir gerçeklik çıktı ortaya. Öykünün büyüsüydü bu. Bu doyumu, bu keyfi, bu büyük acıyı dile getirmek çok zor." 

On farklı öyküden oluşan Cam Kırıkları, okuduğum ilk Erdal Öz kitabıydı. Buna karşın her öykünün kendine özgü bir anlatımı ve ilgi uyandırıcı konusu olması sebebi ile on farklı kitabını okumuş gibi hissettim. Uzun uzun anlatılabilecek derinliğe sahip olan bu kısa öyküleri, okuyacak olanların keyfini elinden almamak adına sadece sevdiğim kısımları yazarak kitabın etkileyiciliği ile ilgili ipucu vermek istedim.

Cam Kırıkları
"Bu yaz İzmir'e gelecek misin?" diyor.
"Gelmemek olmaz" diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa.
"Ne zaman gelirsin?" diyor.
"Fuar zamanı" diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan.

O Eski Denizde
"Geceleri,  alışamadığım bir büyük masmavi sıkıntı içinde oltamın ucunda çırpınan gümüş renkli balıklar sıçrıyor düşlerime şimdi."

Karanlıkta Sulara Bata Çıka
"Karanlık ürperticiydi. Issızlık güvensizdi."

Babam Resim Yaptı
"Suluboya kutumdaki mavi. Hep maviye sürüyorum fırçamı. Önümdeki resim kağıdıyla birlikte üstüm başım da denizleniyor."

Dedem Bana Küsmüş
"Dedemin odasında yine annemin yaptığı bir Atatürk resmi vardı. Eli çenesinde, ayağında çizmeler, başında kalpak, kayaların üstünde düşünerek yürüyen bir Atatürk. Dedem bana küsmeden çok önce, bir gün, Atatürk'ün neden düz bir yerde değil de kayaların üstünde yürüdüğünü sormuştum. O hiç gülmeyen adam gülmekten kıpkırmızı olmuştu. Tıkanıp ölecek diye korkmuştum." 

Onca Sevişmeden Sonra
"Bir şarkı gibi girmişti içeri. Ayağa fırlamıştın. Açık bej bir tayyör giymişti. Boynuna kırmızı bir eşarp dolamıştı. Off'tu, aman Tanrım'dı, olamazdı, ama bu O'ydu."

Sevgili 'Acı'
"Kapıdan çıkışı çok hoştu. Bir resim gibi uzun süre sakladım o görüntüyü kafamda. Şaşkındım. Umutluydum. Heyecanlıydım. İçimde ısınan bir yer vardı. Arkama yaslandım Havaya üflediğim dumanların içinde onunla birlikteydim artık."

"Onu o anda da, daha sonra da çok sevdim."

Dövmeye Geldiler
"Para almadı. İyi ki almadı. Çok az param vardı."

Tam Denize Atlarken
"Ansızın koyu diri bir suyun içinde, dipte, yosunlu kayaların üstündesin; soluğun kesilmek üzere; dipten kurtulup yukarılara çıkmaya çabalıyorsun; başın sudan çıkınca derin bir soluk alıyorsun. Öksürüyorsun, yuttuğun, genzini yakan tuzlu deniz suyunu tükürüp çıkarmaya çalışıyorsun.

Bakıyorsun çevrene. Herkes kendi denizinde, kendi güneşinde."

İki Güzel Kadınla
"Evet, hukuk okumuştum, ama ben hukukçu değildim. Hiç sevmemiştim hukuku. Bu ülkede hukukun yürümediğini, yaşadığım sıkıntılı dönemlerde, hukukun üstünlüğünün değil, hukukun nasıl alçakça kullanıldığının yakın tanığı olmuştum."

15 Ağustos 2013 Perşembe

Film 15: Barfi


Hint sinemasında 3 Idiots (*) filminden  sonra yüksek bir beklenti ile izlediğim Barfi görsel açıdan oldukça başarılıydı. Konu anlatımı, sahne geçişleri ve eski dönemden Charlie Chaplin'e yeni dönemden The Artist (**) filmine şapka çıkarması ile de modern bir klasik gibiydi. 


Konusunu basitçe "bir aşk üçgeni" olarak niteleyebiliriz. Bu aşka dahil olanlar sağır-dilsiz bir genç, otistik bir kız ve kasabanın dillere destan güzel kızı arasında olunca, normal aşklara göre dinamikler de farklılaşıyor. Sonuçta aşkın sessiz halini anlatan ve üç saatinizin dolu dolu geçmesini sağlayan güzel bir film ama bir 3 Idiots da değil.



14 Ağustos 2013 Çarşamba

Film 14: Idiocracy


Komedi olarak çekilmiş olsa da filmde çok ciddi bir toplum eleştirisi yapılmaktadır. Başta televizyon ve onun empoze ettiği yaşam tarzı ile insanlığın seneler sonra ulaştığı noktayı bir distopya üzerinden, esprili bir dille anlatıyor. Mutlaka izlenmeli...

11 Ağustos 2013 Pazar

Kitap 8: Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli



Kardeşimin Hikayesi'nden önce başka bir hikaye ile başlamak istiyorum. Can Dündar'ın Elton John konserindeki izlenimlerini anlattığı bir köşe yazısında "Your Song" isimli şarkı için, John Lennon'un hayranlığını dile getirmek adına, Elton John'un önünde diz çökmesinden bahsediliyordu. Şarkı, fakir bir genç tarafından sevgilisi için yazılmış dünyanın en samimi ve en sade hediyesi olması sebebi ile hem John Lennon hem de geniş kitleler tarafından çok sevilmiştir. Ben de bu şarkının en çok Moulin Rouge filmindeki Ewan McGregor yorumunu severim. Öyle içten bir haykırışla söylemiştir ki, Elton John'un naif yorumunun aksine bu isyankar hali kanaatimce daha etkileyici olmuştur. Bernie Taupin tarafından yazılmış olan şarkının sözlerine baktığımızda ise en basit sözlerin, nasıl en etkili sözlere dönüşüverdiği rahatlıkla görülebilir.


My gift is my song
And this one's for you
And you can tell everybody
That this is your song
It maybe quite simple
But now that it's done
Hope you don't mind
I hope you don't mind
That i put down in words
How wonderful life is now you're in the world...

Kardeşimin Hikayesi kitabını bitirdiğimde aklıma bu hikayenin gelmesinin sebebi, gayet sade bir hikayenin güçlü bir kalem ile nasıl etkileyici hale gelebileceğine bir kez daha tanıklık etmiş olmamdır. Bu etkileyicilik abartılı, farklı, sansasyonel olmaktan ziyade sakin, dingin ve derin bir etkileyicilikti. Kitabın konusu, karakterleri, dili, akışı ne kadar yalın ise hissettirdikleri de bu yalınlıkla ters orantılı olarak merak uyandırıcı, heyecanlandırıcı ve sarsıcıydı. 


Kitabı elime aldığımda, kapaktaki René Magritte’in “Les Amants” resmini incelerken başlamıştı ilk merakım. Resme bakarak hikayenin içeriği hakkında ipucu elde etmeye çalışırken, acaba birbirini hiç görmeden aşık olanların hikayesi mi, yoksa yasak bir aşk mı anlatıyor diye düşündüm ama hiç tahmin edemeyeceğim eski bir aşk hikayesi ile karşılaştım. Bu eski aşk hikayesiyle birlikte, içinde bulunduğumuz zamandan bir cinayet araştırması eş zamanlı olarak ilerliyor kitapta. Cinayet hakkında haber araştırması yapan ve Y kuşağının tipik bir temsilcisi olan meraklı gazeteci kız ile "Baby Boomer" olarak tabir edilen kuşağın temsilcisi olan kuralcı mühendis Ahmet Bey arasındaki farklı dünya görüşleri ve çekişmeler ile sarmalanmış hikaye bir solukta okunuyor. Her ne kadar Zülfü Livaneli gerçekçilikten hiç sapmıyor olsa da hikayelerinin içerisinde doğaüstü, mistik, ürpertici bir hava hissediliyor. Tam da bu sebeple, tıpkı Serenad'ın finalinde olduğu gibi bu kitabın sonunda da tüylerim diken diken oldu. 

Kardeşimin Hikayesi'ni tek bir cümle ile özetlemek gerekirse "Sade giriş, sakin gelişme, sarsıcı sonuç."

28 Temmuz 2013 Pazar

Kitap 7: Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektuplar



Satışta olmayan bir kitap olması sebebi ile böyle durumlarda hemen hemen aradığım her kitabı bulduğum www.nadirkitap.com sitesine başvurdum. Kitap, İzmir ve Ankara'da olmak üzere sadece iki sahafta vardı. Hangisinden sipariş etsem diye düşünürken, bir tarafın satış yapamayacak olması sebebi ile üzüldüm. İzmir'den yana yapılan tercih sonrasında, kitap elime ulaştığında üzerine minik bir kahve poşetinin yapıştırılmış olduğunu gördüm. Sanki İzmir'deki sahafçı benim bu ikilemimi hissetmiş ve onu seçtiğim için bir nevi teşekkür ediyormuş olarak kabul ettim bu kahve jestini. 

Yüzümde gülümseme ile başladığım bu kitabı okudukça, gülümseme maalesef hüzne dönüşüverdi. Tezer Özlü'nün önce memleket meseleleri ve özel yaşamı ile ilgili vermiş olduğu mücadeleleri, sonrasında ise kanser ile mücadelesini okumak üzücüydü. Bu zor dönemlerinde Leyla Erbil gibi gerçek bir dosta sahip olmak ise yaşamdaki en büyük desteklerinden biri olmuş. Tezer Özlü'nün yurt dışından Leyla Erbil'e gönderdiği mektuplar ve attığı kartlar Leyla Erbil tarafından kitap haline getirilmiştir.


25 Haziranda bitirdiğim bu kitabın yorumunu bugün (28 Temmuz'da) yazmaya fırsat buldum. Ne yazık ki 19 Temmuz tarihinde de Leyla Erbil'in vefat ettiğini öğrendim. 

***

Tezer Özlü'den:

"...Ama gene küçük bir kitap yaparsam, okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, onu huzursuz etsin istiyorum." 

*

"İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları,okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir."

"Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. Karşısındakine bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde."

*

"Her zaman yabancı insanlar bize dostlarımızdan daha çok sunan, veren kişiler. öyleyse yaşamımızı neden yalnız yabancılar arasında geçirmiyoruz? Hiçbir beklenti olmadan, hiçbir yük olmadan ya da insanın kendine mutluluk dediği kısa anlardan yoksun. Tüm duyguların en güzeli duygusuzluk, öyle bir duygusuzluk ki, insanın tüm dünyayı ve tüm insanları kucaklayabileceği duygusuzluğun duygusu."

*

"Karı koca olamadık. Gerçek dost da olamadık. Bir kitapta okumuş, bir filmde izlemiş gibiyim beraberliğimizi. Bir konserde dinlemiş gibiyim.." 

Film 13: The Hobbit: An Unexpected Journey


Üniversite yıllarında, Beyazıt'taki sahaflar belirli günlerde meydana tezgahlar kurardı. Bu tezgahları gezmeyi, kitapları karıştırmayı ve seçmeyi çok severdim. Her tezgahı tek tek gezmeme rağmen bir sonraki hafta yine de gitmeyi ihmal etmezdim. Yine böyle bir zamanda, tezgahta Hobbit kitabını görmüştüm. İtiraf etmeliyim ki JRR Tolkien ismini o ana kadar bilmiyordum. Zaten kitabı aldıran itici güç de "Altı Kırkbeş Yayınları" tarafından yazılmış eğlenceli önsözdü. Hobbit'i okuduktan sonra da Yüzüklerin Efendisi Serisi'ne kayıtsız kalmak tahmin edebileceğiniz gibi imkansızdı. Hatta fantastik roman türünü en sevdiğim türler arasına girmesi de bu kitaplar sayesindedir. 


Yüzüklerin Efendisi Serisi gösterime girdiğinde, kitabı okumamış olanlar, muhtemelen Bilbo Baggins'i Frodo'nun sorunlu amcası olarak görüyorlardı. Oysa hem o hem de Smeagol yani Gollum, Hobbit kitabında yüzüğün hikayesini başlatan asıl kahramanlardı. Bu sebeple, Peter Jackson acele etmeyip ilk Hobbit ile çekimlere başlasaydı, sanki her şey daha yerli yerinde olacaktı.


Yüzüklerin Efendisi Serisi filmlerinde, her ne kadar bazı yerlere sadık kalınmamış ve Yolgezer'in tüm kitap boyunca tekrarlanan şiirinin dile getirilmemiş olması gibi bazı detaylar atlanmış olsa da genel anlamda filmleri beğenmiştim. 

The Hobbit: An Unexpected Journey'de ise Tom Bombadil ve eşinin olduğu hikayenin atlanmış olması, maalesef Yüzüklerin Efendisi Serisi'nde atlanan detaylar kadar masum değil bana göre. Kitabın en keyifli bölümü ve en nev-i şahsına münhasır karakteri Orta Dünya'dan bu dünyaya maalesef ulaşamamıştır.